Hüsnükabul'de; Türkiye'de ve dünyada artan şiddet eylemlerini ve bunların daha geniş neoliberal politikaları gizleme işlevini son haberler üzerinden tartışıyoruz.
Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba herkese, günaydın. Burası Açık Radyo 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.
Ferhat Kentel: Günaydın. Bu arada başlarken dinleyicilerimiz için küçük bir not düşelim, programın açılışında Taha El Gazi'nin de adı geçiyor ama kendisiyle ne yazık ki birkaç haftadır görüşemiyoruz çünkü kendisi sağlık sorunları yaşıyor. Buradan hem geçmiş olsun diyelim hem de dinleyicilerimizi bilgilendirelim bu konuda.
Ömer Madra: Evet, geçmiş olsun diyoruz.
W.A.S: Hepimizden geçmiş olsun.
Tüm Gözler Refah'ta diyerek başlayalım. Filistinli aktivist ve şair Musab Abu Doha tarafından yazılmış bir şiir var. Şöyle diyor, “biz daha iyi bir ölümü hak ediyoruz.”
Daha iyi bir ölümü hak ediyoruz.
Bedenlerimiz kurşun ve şarapnel parçalarıyla biçimsizleşmiş ve bükülmüş durumda,
Radyo ve televizyonlarda isimlerimiz yanlış telaffuz ediliyor.
Binalarımızın duvarlarına yapıştırılan fotoğraflarımız soluyor ve solgunlaşıyor
Mezar taşımızdaki yazılar, kuşların ve sürüngenlerin dışkılarıyla kaplı olarak kayboluyor,
Mezarlarımıza gölge veren ağaçları kimse sulamıyor,
Kızgın güneş çürüyen bedenlerimizi ezip geçiyor.
Biz daha iyi bir ölümü hak ediyoruz, diyor Filistinli aktivist ve şair Musab Abu Toha. Edward Said Kütüphanesi'ni kurmuş, Mısır'a geçerken İsrail askerler tarafından işkence görmüş, üç gün boyunca gözleri bağlı, dizilerin üzerinde çıplak bedeniyle her türlü işkenceye maruz kalmış Musab Abu Toha.
Tüm Gözler Refah’ta, bunu tekrarlamamız gerekiyor. Vahşeti görüyoruz, vahşete tanık oluyoruz. Harekete geçme zamanı da geldi ya da geciktik bile, öyle söyleyeyim.
Democracy Now! manşetinden, dünün haberi. Açık Radyo'da da bu sabah yayınlandı, Açık Gazete'de de üzerine konuşuldu aslında ama ben de kısaca değinmek istiyorum: İnsanlar Diri Diri Yakıldı, Çocukların Kafaları Koptu: Refah'tan 45 Kişinin Kampta Öldüğü İsrail Saldırısına İlişkin Rapor.
İsrail, Pazar gecesi Güney'de güvenli bölge ilan edilen bir alanda, yerinden edilmiş Filistinlilerin barındığı bir çadır kampını daha bombaladı, Refah'ı bombalamaya da devam ediyor. Yetkililer, İsrail saldırısının kampı kasıp kavuran bir yangına neden olduğunu ve cesetlerin birçoğunun kömürleştiğini söyledi.
Benjamin Netanyahu ise Pazartesi günü Refah saldırılarını "trajik bir hata" olarak nitelendirdi ve küresel öfkeye karşı soruşturma sözü verdi. Saldırı, Uluslararası Adalet Divanı'nın İsrail'in Refah'a yönelik saldırılarını derhal durdurmasını emretmesinden sadece iki gün sonra gerçekleşti. Bu arada, Filistinliler İsrail saldırıları sürerken Refah'tan kaçmaya devam ediyor.
Refah Katliamı'nı 'Trajik Bir Hata' Olarak nitelendiren Netanyahu'ya, ABD Temsilcisi Rashida Tlaib "bu kasıtlıydı" dedi: "Yanlışlıkla çok sayıda çocuğu ve ailelerini tekrar tekrar öldürüp bu bir hataydı diyemezsiniz."
Bombalar, çoğu naylondan yapılmış çadırları ateşe vererek ölümcül bir yangına yol açtı ve İsrail'in durmak bilmeyen saldırıları kentteki üç hastaneyi çalışamaz hale getirdi. İnsanlar tam bir karmaşa, tam bir çaresizlik içinde. Bu kelimeyi kullanmaktan da çok rahatsız oluyoruz ama tam bir çaresizlik olduğunu gösteriyor detaylar. Haberde iki tanıklık var, Açık Gazete'de de söz edildi, Democracy Now!'da Amy Goodman tarafından yapılan bir röportajda da. Ben ikincisini okumak istiyorum size:
Yerinden Edilmiş Filistinli: [tercüme edildi] Bilmiyorum. Sadece sokakta yürüyorum. Nereye gideceğimi ya da geleceğimi bilmiyorum. Güvenli bir yere gitmemiz gerektiğini söylüyorlar. Güvenli bir yer yok. Güvenli bir bölge yok. Nereye gideceğiz? Arap dünyası şimdi bize baksın. Araplar bize baksınlar ve bize neler olduğunu görsünler. Allah benim yeterlimdir ve işlerimi en iyi idare edendir. Bu bir hayat değil. Bu bir hayat değil. Bu bir hayat değil. Biz hastayız. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Yürüyoruz ama yürüyemiyoruz, gelemiyoruz ya da gidemiyoruz.
F. K: Ölmemiz artık garanti ama daha iyi bir ölümü hak ediyoruz... Bu nasıl bir dibe çöküş, insanlık halinin nasıl sonsuz derece dibe çöküşü böyle! Bu şiir az önce Açık Gazete'de okunmuştu. O korkunç hal! Yürüyorsun sokaklarda, her yerden her an bir bomba gelebilir. Nereye gideceğini bilemiyorsun. Gidecek yer yok. Güvenli bir yer yok. Açsın, çocuklarını doyurman, beslemen gerekiyor. Topyekun bir saldırı, topyekun bir kıyım, topyekun bir kırım! Galiba dünya tarihinde ilk kez medya, internet, dijital imkanlarla böyle topyekun bir kırım izliyoruz,bir soykırım ancak bu kadar net görülebilirdi. İnsanların yaşadıkları felaket ancak bu kadar yakından hissedilebilirdi.
Belki bu en azından -gerçi bu da yine hoşuma gitmeyen bir söylem ama- şöyle bir ders olsun bize. Oysa insanlar hiçbir yerde keyiflerinden, yerlerinden, yurtlarından olmuyorlar. Bu yaşananlar, Filistin'de yaşanmış olanlar; belki bizim Suriyeliler, işte dünyanın başka yerlerinden olanlar, Türkiye'deki mülteciler, Türkiye'de doğudan batıya göç etmek zorunda kalanlar... Bütün bu haller hakkında biraz empati geliştirmemizi, biraz başkalarını da düşünebilmemizi sağlar. Böyle düşünebilirsek belki Filistin için daha anlamlı dayanışma hareketleri yürütülebilir, daha anlamlı bir dayanışma içine girebiliriz. Böyle güçlü ve sonsuz ölümün karşısında ancak sonsuz bir dayanışma durabilir. Bunlar için vesile olmasını temenni etmekten başka, elimden bir şey gelmiyor açıkçası.
Ö.M: Az önce -Açık Gazete'de- Cengiz için çaldığımız şarkıda da -Eliana'nın Zeytin Dalı şarkısında- "barış öldü ve dünya yaralı bir çocuğun üzerinde uyuyor" mısraları çok çarpıcı şekilde durumu ifade ediyordu.
Lakin, dünyanın dört bir tarafından bu meseleye karşı yükselen bir tepki var, boykot ve diğer şeyler, kamplar var. Öğrencilerin başını çektiği kamplaşma, Paris'te mesela son örneği. Paris'te görülen, İsrail Büyükelçiliği'nin önünde on binlerce kişinin toplanması, buna ses çıkartması da durumun değişmekte olduğunu gösteriyor, biraz da olsa, bir şeylerin değişmekte olduğunu gösteriyor, diyebiliriz. Öyle değil mi?
F.K: Ancak bu tür örnekleri arka arkaya ekleyerek öyle sonsuz bir dayanışma örgütlenebilir, oluşturulabilir.
W.A.S: Ömer Abi'nin söylediği çok kıymetli, umudun diri tutmamız gerektiği. Tine Democracy Now! muhabirlerinden Ilon Pappe dile getirdi geçtiğimiz haftada bir röportajında. Ben ilk duyduğumda biraz rahatsız oldum, "nasıl hala umudumuz var diyebiliyor İlhan Pappe?" diye ama biraz zaman geçti, özellikle mücadelenin olduğu yerde galiba bu umudun diri tutulması için -bütün bu çaresizliklere rağmen- bir alan olmalı, bir yer kalmalı. Umut dediğimizde tabii ki aklıma bir anda Ernst Bloch da geliyor. Umut İlkesi* diye bir kitap yazmıştı ve şöyle diyor orada; umut, hayal kırkılığına uğramış umut aslında bizi pasifize etmiyor, tam tersi diri tutuyor. Bir enerji, başka koşullarda, başka alanlarda birlikte olacağımıza dair umut veriyor. Şu an tabii benim için kelimelendirmek hâlâ kişisel olarak biraz zor ama mücadelenin ve dayanışmanın olduğu yerde umudun da diri tutması hayli elzem demeye çalışıyorum.
F.K: Aslında bunu az önce Cengiz Aktar'la da konuşuyorduk, daha önceki haberlerle de konuşuyorduk, dün de Ahmet İnsel'le konuşulmuş.
Öyle bir dünya ki; neoliberal ekonomik politikalar, dünya çapında egemen olan ve egemenliğin her köşe bucağa yaymaya çalışan bir ağ, bir düzenek ve onun komutası altındaki polis devletler... William Robinson adlı bir sosyologtan esinlenerek söylüyorum, polisler, bayağı bu neoliberal rejimleri ayakta tutmaya çalışan devletler var. Bir sürü devlet var böyle. Aşırı sadece popülist devletler. İsrail bu devletlerin -belki siyonizmle ilişki içinde olarak- en güçlü örneklerinden biri. Ama bu devletlerin ve neoliberal ideolojilerin başardığı en önemli şeylerden biri, inanılmaz bir popülizm dalgasına da yol açmaları oldu. Neoliberal rejimden, düzenden ötürü güvensizleşmiş, korku ile cemaatleşen insanların sarıldıkları bir ideoloji olarak popülizm, tam da o neoliberal rejimlerin işine geliyor.
İyi olan şey, senin de dediğin gibi umut konusunu besleyen, popülizmin de gidebildiği yere kadar gittiğini görüyoruz şu anda. Şu anda Paris'ten Londra'ya, Amerika'ya -belki bizim Tünel Meydanı'na- dek her yerde eylemlere baktığımız zaman popülizmin de sonunun gelebileceğini, bunun ilelebet sürecek bir kader olmadığını ve umudu besleyebileceğimize dair bol miktarda işaret var.
W.A.S: Neoliberal ekonominin vardığı noktada, bir yerde tamamen soyutlanmış bir hayat var ve orada bir korumacı bir tavır var. Bu korumacı tavra karşı Filistin'de olup bitenler, polis devletiyle yapılan işkence, olağan dışı bir yerde.
Ahmet İnsel geçen A.B parlamentosundaki seçimler dolayısıyla, özellikle Müslüman göçmenlere karşı bir inkar olduğundan söz etti; “bu sadece Müslüman göçmenler olduğu için değil” -ki o bir gerçek- ama onun yanında "bu neoliberal piyasanın çok derin bir etkisi var" demişti. Yani bu antimüslüman göçmen meselesinde hem iktisadi hem kültürel etkenler olduğunu söylemişti.
İsterseniz ikinci habere geçebiliriz neoliberal ekonomi konusuyla: Dünya Liderleri Lübnan'daki Baskıların Ortasında Suriyeli Mültecileri Korumaya Çağrıldı. Common Dreams'ten Jessica Corbett kaleme alıyor. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen'in Mayıs ayı başında "mülteciler, ülke içinde yerinden edilmiş kişiler ve ev sahibi topluluklar da dâhil olmak üzere Lübnan'daki en savunmasız insanları" ve "acil iç reformlar" ile "sınır ve göç yönetimini" desteklemek üzere üç yıllık 1 milyar Avroluk (1,06 milyar $) bir yardım paketi açıkladı.
F. K: Para vererek herkes yerinde dursun, bize doğru gelmesinin rüşvetleri bunlar galiba, değil mi?
W. A. S: Evet, neoliberal ekonominin soyutlanmış yerini işaret ettiği bir durum da olabilir mi? Ne dersin Ferhat, biraz daha zorlamak istiyorum bu meseleyi. Neoliberal piyasayı düşündüğümüzde bu yönde bir yorum yapmak mümkün mu?
F.K: Gerçekten öyle bir yorum yapamıyorum. Kabaca var olan düzenin, ulusal sınırların, mülteci hareketinin, mobilizasyonun sabit kalması ya da mobilize olmaması, sınırları aşıp daha korunaklı alanlara girmemesi için harcanması gereken bir tür bedel olarak görüyorum bunu. Küçük rüşvetler, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez önlemleri gibi gözüküyor bana bütün bunlar.
Ö.M: Ben de bu noktada bir şey ilave edeyim izninizle. Neoliberalizm konusunda nihayet önemli bir kitap yayınlandı, henüz tam bitirebilmiş değilim ama önümüzdeki haftalarda, konuşma fırsatı bulacağımızı ümit ediyorum. George Monbiot ile Peter Hutcheson'ın The Invisible Doctrine** isimli kitabı. Görünmez Doktrin diye çevirebiliriz, neoliberalizmin gizli tarihi ve nasıl bütün hayatımızı kontrol etmeye başladığının tarihi. Orada şöyle yazarlar; "öyle bir ideolojinin içinde yaşıyoruz ki gömülü olarak hayatımızın her yönünü didik didik paralıyor."
Eğitim, iş hayatımız, sağlık ve nasıl tatil yapacağımız, dolaşacağımız, bütün ilişkilerimiz ve zihni sağlığımız, aslında en önemlisi ve üzerinde ikamet ettiğimiz yaşadığımız gezegen ve bizzat ciğerimize çektiğimiz nefes aldığımız hava... Hepsini kontrol eden bir ideoloji var. O kadar çok şey saldırgan hale geldi ki! Birçok insana da saldırıyor ama adı yok. Kimse yani önlenemez gibi bir şey, doğa kanunları gibi bir şey kabul ediliyor diyorlar. Kitabın henüz girişinde söyleniyor bu. Bunların köklerine inersek o zaman ne bunun kaçınılmaz bir şey olduğunu ne de değiştirilemez olduğunu hemen fark edebiliriz. Bir avuç güçlü, zenginin tasarladığı, yaydığı ve ondan sonra da üstünü örttüğü bir bir şey var köklerinde, bunu görürüz diyor. Bütün bugün yaşadığımız bütün sorunların, küresel ısınma, demokrasilerin gerilemesi ve çöküşü, her yerde yükselen eşitsizlik, her tarafta kadınlarla erkekler arası şiddetin yükselmesi ve her yerde görünmeye başlayan zihin sağlığı krizi ve bunun ötesi. Bizim görevimiz bunu açığa çıkartmak ve yeni bir sistem kurmak, bununla mücadele etmek. Ve şöyle de bitiyor kitabın kapak yazısı; "neoliberalizmi biliyor musunuz, bunun ne olduğunu?" diye de bir soru sorarak bitiriyor.
Aslında tabii devletler, az önce söylemeye çalıştığım biraz oydu.
F.K: Neoliberalizmi biz görmüyoruz, devletleri görüyoruz veya ortalıkta dolaşan popülist ideolojileri görüyoruz. Birileri habire şey diyor; "bizim vatanımızı işgal ediyorlar, buraya mülteciler doldu, ekmeğimizi yiyorlar". Bütün bunların neoliberalizmin sonucu olduğunu göstermeyen, kendisini göstermeyen bir neoliberalizm var.
Biz devletlerle muhatap oluyoruz. Devletler ne yapıyor? Baskı yapıyor, gazetecileri hapse atıyor, işte bir de Suriyeliler geliyor, biz onlara karşı bütün o aşırı sağır, ırkçı duygularımızı besliyoruz. Partiler seçimin ertesi günü mültecilere üç liralık şeyi bin lira yapacağım diyor. Bu vaatleri eline getiriyor.
Böyle bir şeylerle uğraşırken biz neoliberalizmi görebilir miyiz? Yani tam bu CHP'li, AKP'li, sınır dışı edilmeler, geri gönderme merkezleri... Hepsi aslında neoliberalizmin görülmesini engelleyen kurumlardan, siyasetlerden başka hiçbir şey değil.
Ö.M: Evet, görünmeyen doktrin sözü çok uygun. Üzerinde daha da tartışma fırsatı bol bol bulacağımızı umuyorum.
W. A. S: Bu çok çok elzem bir konu. Görünmez gerçekliğin üzerine konuşmak çok elzem.
Şimdi hemen bu bir sonraki habere geçelim. Türkiye'de yine sağlık genelgesi yayınlandı. Sağlık hizmeti alan düzensiz göçmelere ilişkin yeni bir açıklama diye geçiyor.
F. K: Bakanlıktan geliyor bu açıklama; İçişleri Bakanlığı İl Göç İdaresi Müdür Vekilinden geliyor. İlgili yazıda belirtildiği için ülkemizde yakalanan düzensiz göçmenler hakkında iş ve işlemlerin yabancılar ve uluslararası koruma kanunu sınır dışı etme ilişki hükümleri çerçevesinde yürütülmesi gerekmektedir. Bu kapsamda acil sağlık hizmeti almak üzere hastanelere başvuran yabancılardan pasaportlu veya yabancı kimlik numarası bulunmayanların tedavilerinin tamamlanması akabinde hastane polisine bildirilmesi, hastane polisi tarafından söz konusu yabancıların yasal kalışlarına ilişkin gerekli incelemenin il göç idaresi müdürlükleriyle koordineli şekilde yapılması, ç, yapılan inceleme sonucunda yasal kalış hakkı bulunmadığı tespit edilen yabancıların ilgi genelge hükümleri çerçevesinde il göç idaresi müdürlüklerine teslim edilmesi, konunun ilgili tüm birimlere duyurması vs. hassasiyet göstermesi...
Yani şöyle bir şey, hasta oluyorsanız, hastaneye gidiyorsanız tuzağa düşüyorsunuz açıkçası. Mülteciyseniz hasta olma hakkına sahip değilsiniz. Eğer hasta olursanız da zaten geri gönderilmek için kurnazca bir tuzağa düşmüş oluyorsunuz.
W.A.S: Evet bu ironik bir genelgeyi de bir haber olarak okuduk, biraz daha detaylandıracağız sonraki yayında. Bugünlük bu kadar. Zor bir zamandan geçiyoruz. Ama mücadeleye devam. Herkese çok teşekkürler. Haftaya Çarşamba günü yine saat dokuz buçukta görüşmek dileğiyle.
F. K: Görüşmek üzere.
Ö.M: Hoşçakalın.
*Bloch, E. (2007). Umut İlkesi, Cilt 1 (çev. T. Bora). İstanbul: İletişim.
**Monbiot, G. & Hutchison, P. (2024). Invisible Doctrine: The Secret History of Neoliberalism. Londra: Penguin.